MÜBAREK OLSUN DÜNYADA TOYUMUZ DÜĞÜNÜMÜZ!

Aralık ayı heyecan verir Konya’ya ve Konyalılara.

Bir festival coşkusuyla hazırlanır şehir.

 Yöneticileri, esnafı, öğrencisi, öğretmeni, düşünürü, yazarı, çizeri, gazetecisi, televizyoncusu yani ezcümle bütün bir halk. Misafirler akın edecektir beldeye. Hazırlıklar yapılmalıdır, güzel ağırlanmalıdır gelenler.

Bir ölüm günüdür görünürde hazırlandıkları. Coşkuyla bir ölümü kutlarlar yukarıdan, kabuktan, dıştan bakınca. Kimse de garipsemez durumu. Zira ölenin vasiyeti de bu yöndedir. Öldüğüm gün arkamdan ağlama diyerek doğmuştur yeniden sanki. Belki de hiç ölmedi, belki dışarıdan ölüm gibi görünen yeniden doğuş bir başka aleme. Kabuğu manası neyse ne, anlamı hakikati bir düğün bir cümbüş bu günün. Herkes de böyle belleyip böyle kutluyor yüzyıllardır.

Eskiden sadece bir ritüelken kutlamalar, şimdilerde insanlar bunun anlamı ne demeye de başladılar?

Bu kutlama ne? Neyin kutlaması? Kim ölmüş? Kim doğmuş? Kimin düğünü? Kim yaşamış? Kimlerle yaşamış? Nasıl yaşamış? Kimlerle görüşmüş? Kime ne söylemiş? Ne anlatmış? Ne öğütlemiş? Ne vasiyet bırakmış?

Daha bir sürü soru…

Sorular anlam arayışına, öğrenmeye, hikmete götürür. Doğru soru, güzel soru ilmin yarısıdır der Peygamber sav .

Allah dostları yaşarken kındaki kılıç gibidirler öldükten sonra kınlarından çıkarlar dendiği gibi, Hz Mevlana’da yeniden eğitmeye başladı bizi kısa bir fetret döneminin ardından. Öyle ya bundan önceki medeniyetimizi örmüş baştan başa.

Şu ya da bu sebeple çok da önemli değil bizler O nu anlamaya daha gayret eder olduk. Sevindirici olan bu.

Anlamak için önce tanımak gerekmez mi?

Bizlerin tanışma biçimi malumdur. Hemşerim memleket neresi diye başlayan diyaloglar bize özgüdür.

Hz Pir’in eserleri özelikle de Mesnevi tetkik edilirse çokça beyit “ Ey Salik” yani ey yolcu diye başlar. Yolcu diye tanımlar her birimizi.

Madem yolcuysak yolun birinde Eflaki Dede ile karşılaştığımızı varsayalım, bir mola yerinde soluklandık ya da bizzat ziyaretine gittik. Önce selam sonra kelam derler. Selam verip yamacına sokulduktan sonra ve soluklanıp terimiz kuruyup da ayranları içince, kemali edeple soralım. Ey Dedemiz Mevlana Celaleddin derler meşhur bir zat var. Nerelidir, kimlerdendir? Atası soyu kimdir?

Eflaki Dede anlatsın, bu karşılaşmamızda dedesinden babasından söz edelim desin:

“Tarihçiler ve vakanüvisler (Tanrı onlara rahmet etsin) şöyle rivayet ve hikâye ederler ki: Horasan ülkesinin padişahı ve Celâleddin Hârizmşah’ın amcası olan Alâaddin Muhammed Hârizmşah, ulu ve heybetli bir adamdı. O ülkelerin büyükleri ve sultanları tamamen onun kullan ve uyruğu idiler. Onun, dünya iklimlerinin hiçbirinde güzellik, boy pos ve ahlâk itibariyle benzeri ol-mayan nazlı bir kızı vardı. Padişah, kendi mevkiine yaraşır biri yoktu ki, yetişkin ve yıldızı parlak olan bu kızı ona versin de bu kaygıdan kurtulsun. Bir gece padişah vezirine danışarak: “Bizim Kraliçe’nin bir dengi bulunmayınca ne yapmalı ve ne tedbir almalı?” dedi. Vezir bilgin ve bilgisine göre hareket eden bir adamdı; dedi ki, İslâm padişahlarının dengi ulu bilginlerdir; çünkü “padişahlar halka, bilginler de padişahlara hükmederler denir. Padişah: “O halde öyle akıllı, olgun, ve bilgisine göre hareket eden bir bilgin nerededir?” diye sordu. Vezir de: “O bilgin senin başkentin Belh şehrinde ulu Ebu Bekr-i Sıddık’ın çocuklarından olan Celâleddin Hüseyin Hatibî hazretleridir. Horasan başlangıçtan beri onun atalarının cihadının bereketi ile İslâm ülkesi olmuş ve onlar tarafından alınmıştır. O her fende dünyadaki bilginler ve ulular arasında parmakla gösterilen ve daha otuz yaşında bulunan taze bir gençtir. Çok riyazet çekmiş, mücahedeler yapmış ve takva topunu yüce meclis meleklerinden kapmıştır” diye cevap verdi.

Derler ki: Celâleddin Hüseyin hazretleri daima bekârlığından dolayı üzülür, “İnsanların en kötüsü bekârlardır” sözünün anlamını düşünür, kendi kendine: “Her dakika dinin bütün hükümlerini ve Peygamberin sünnetlerini yerine getirmeğe çalıştım. Bu işte hiç tembellik ve ihmal göstermemişim. Tanrı’nın ihsan ettiği fazilet sayesinde büyük günahlardan sakınmış ve onun merhametine sığınmışım. Nikâh sünnetine rağbet etmeyişimden başka Peygambere uyma yolundan bir adım olsun ayrılmamışım” derdi.

Bunun üzerine hemen o gece peygamberlerin sultanı ve âlemlerin rabbi olan Tanrı’nın sevgilisi Muhammed Emin’i rüyada gördü. Peygamber ona:

“Horasan padişahının kızı ile evlen” dedi. Tanrı’nın takdiriyle aynı gece hem padişah, hem vezir ve hem de dünya Kraliçesi Peygamber hazretlerini (Tanrı’nın selâmı onun üzerine dlsun) rüyalarında gördüler. Peygamber: “Dünya Kraliçesini Hüseyin Hatibî’ye nikahladım, bundan sonra Kraliçe onundur” dedi. Ne güzel damat ve ne de güzel gelin!

Şiir:

Mübarek olsun dünyada toyumuz düğünümüz,

Toyu ve düğünü boyumuza göre biçti Tanrımız(Gazelin tamamı için bk. Dîvân-i kebir, Güldeste, s. 57.)

Vezir, sabahleyin erkenden büyük bir sevinçle kalktı, rüyasını arz etmek için padişahın huzuruna geldi. Padişah ve dünya Kraliçesi de her şeyi iyi ve doğru gören vezirin gözünün gördüğü rüyayı görmüşlerdi. Hepsi Hakk’ın bu yüceliği ve iradesi karşısında şaşakalmışlardı. Vezir, padişahın müsaadesiyle rüyalarını kendisine anlatmak için Celâleddin Hatibî’yi ziyarete geldi. Vezir daha ağzını açmadan Celâleddin Hatibî onların gördükleri rüyayı ona bir bir anlattı. Vezirin samimiyeti bir iken bin oldu. O günlerde tantanalı bir düğün ve tören yaparak hakkı, lâyık olana verdiler.

Derler ki: Hüseyin Hatibî hazretleri gençliğinin ilk çağında çok engin bilgili ve derin bir bilgindi. Şöyle ki: Nişaburlu Raziyüddin, Bedr-i Ru’us ve Şeref-i Akilî gibi dünyanın meşhur adamları onun öğrencisiydi, ayrıca iki üç bin müftü ve keramet sahibi zahit öğrencisi de vardı.

Derler ki: dokuz ay sonra Baha Veled hazretleri dünyaya geldi. O iki yaşında iken babası Hüseyin Hatibi öldü. Bahâ Veled efendimiz büyüyüp bulûğa erince, bütün bilim ve hikmetlerde müstesna ve parmakla gösterilen bir adam oldu. Tam bu sırada anne tarafından olan akrabaları, herkes Baha Veled’in hükmü altında bulunsun diye, Bahâ Veled’i padişahlık tahtına oturtmak için söz birliği ettiler; fakat Bahâ Veled kabul etmedi ve hiç razı olmadı. Bir gün babasının kütüphanesine girdi. Kitapları tetkik ederken dünya Kraliçesi olan annesi: “Bizi, babana bu bilimler ve hikmetleri bildiği için vermişlerdi” dedi. Bunun üzerine Bahâ Veled kendini tamamiyle dinî ilimler tahsiline verip çalıştı ve dünya mülkünden tamamen el çekti.

Derler ki: Belh diyarında bulunan, Tanrı’dan korkan istidatlı üç yüz müftünün hepsi bir Cuma gecesi Muhammed Mustafa hazretlerin (Tanrının selât ve selâmı onun üzerine olsun) rüyada gördüler. Şöyle ki: Bir sahranın içinde bir çadır kurmuşlar, içine de bir yaygı sermiş ve yastık koymuşlardı. Peygamber o yastığa yaslanmıştı. Baha Veled de onun sağ tarafında oturmuştu. Arta kalan din müftü ve bilginleri de uzakta edeple diz çöküp oturmuşlardı. Peygamber, bu din ulularına: “Bu günden itibaren Baha Veled’e Sultan – ül – Ulemâ deyiniz ve öyle hitap ediniz” diye buyurdu. Sabahleyin Belh’in bütün bilgin ve müftüleri söz birliği ile Baha Veled’in müridi ve kulu oldular. O asîl insan, daha onlar anlatmadan gördükleri rüyaları kendilerine anlattı. Baha Veled Horasan ülkesinde “Sultan – ül – Ulemâ” diye anılır ve bu adla tanınır.”

Hikaye yollu anlattı bize Eflaki Dede kimlerdendir. Hikaye olunca, rivayet yoluyla gelince eksiğine yükseğine pek bakılmaz. Hz Pir zaten bize hikayeden çok onun manasına yoğunlaşalım diye öğütler. Doğrusuna eğrisine takılmak alışverişte ne aldığımızdan çok teraziye odaklanmaya benzer de der zaten.

Sonra neler oldu? Hangi yol ve yolculuklardan geçip bu şehre kondu? Buna dair de rivayetler ve hikayemiz var elbette. O nu da bir başka zaman anlatsın bize ya da sizler Eflaki Dede’nin  Arifler’in Menkıbeleri eserine bir göz atarsınız belki…

Dr Faik Özdengül

 

HEP BİZİMLE KAL!

 

 

Selam olsun Gök kubbenin altındakilere,

Güneşli bir Pazar Konya’da

Gözlerimi kapatınca görüyorum demişti ya birisi, ben gözlerimi kapatıp düşledim her birinizi

Yolda olan evinde olan bir sahil kenarındaki ya da şekerleme yapanlarınızı işte mutfakta ailesiyle dostlarıyla arkadaşlarıyla olanlarınızı

Bir yeri ağrıyan kırgın halsiz hissedenlerinizi

Mevsimler gibi baharda yazda sonbaharda kışta olanlarınızı

Çiçekler gibi yeni yeni açmaya başlayan kış çiçekleri ya da yeniden baharı ve yazı beklemek için uykuya yatanları, bir bahçede hep birlikte

Rüzgarını bekleyen yelkenlilerinizi, rüzgar olmasa da küreklere asılanlarınızı,

Gölge veren ağaçları, meyvelileri, çoktan yapraklarını dökmüşleri budanıp yeni filiz vermek isteyenleri bundan korkup ürkenleri

Ses vermek için usta nefesleri, mahir elleri bekleyen enstrümanları, bundan yakınanları, bunu dert etmeyenleri

Keyiflilerinizi gülümseyenlerinizi suratını asmış olanları şüphecilerinizi korkanları kırgınları incinmişleri daralanları öfkelileri

Hepsi bir tabloda hepsi bir odada hepsi bir masanın etrafında hepsi bir bahçede hepsi bir şehirde hepsi bir ülkede hepsi bir dünyada hepsi bir galakside hepsi bir alemde hepsi bir çok alemde

Aynı güneş aydınlatıyor hepimizi aynı güneş ısıtıyor peki neden bazı yüzler karanlıkta neden bazı bedenler üşüyor ve neden bazılarımız ter içinde, bazılarımız gülümseyerek güneşlenirken?

Ve neden gülümserken güneşi sevenler üşürken ve terlerken güneşe kızar?

Ve kış gelip te güneş uzaklaşınca neden bir daha gelmeyecek zannedip ürker ve hatta dehşete düşer bazılarımız ve güneşe kapatır kendini bir ömür boyu ve bir türlü ısınamaz?

Ve gece bile güneş arar bazılarımız sabahı beklemenin de hayat olduğunu inkar ederek, beklemenin de yemeği lezzetlendirdiğini bilmezden gelerek, demlenmesi gerektiğini çayın…neden?

Konmak nasıl gök kubbenin altında normalse güneşte ve gecede, göçmenin de olması gerektiğini inkar eden bunu neden yapar güneşe neden kızar?

Tüm sesleri hep birden vuran orkestranın birden susması sonra yavaş yavaş yeniden hızlanması sonra sololarla yüreği dinginleştirip iki üç dört derken tüm seslerin kan akışını bir çağlayana dönüştürmesi kimi kızdırıp öfkelendirir?

Rüzgara neden kızar o zaman kızanlar yüzleri yalarken bir meltem sıcaklığında ya da kasırga olup koparınca bazılarımızı yerinden başka canlara ve başka mekanlara yolcu etmek için?

Aynı gök kubbenin altında herkes kendi iklimini mi yaşıyor aynı güneşe rağmen ve biz herkesi kendi iklimimizde mi zannedip yanılıyoruz? Bu yüzden mi bitmek tükenmek bilmeyen öfkemiz?

Aynı nehirde yıkanırken kavga edenleri gördüm mutlu olanlarla birlikte, ne nehir akmayı bıraktı ne güneş yörüngesini, ne ay ışığından ne de rüzgar kulağına fısıldananı yapmaktan vazgeçti.

Kuşlar yine uçtu güneşe doğru kanla dolu yeryüzüne aldırmadan, çiçekler yine açtı etrafındaki çöplüğe rağmen…

Bunları okurken de düşledim hepinizi, hangi iklimde olduğunuzu üşüyüp üşümediğinizi nefes alışınızı yüzlerinizi yolculuğunuzu, yolculuğumuzu

Her bir kulağın ayrı müziği olması normal, her gözün kendi rengi güzel, her buruna her koku her dile başka bir tat var…

Her mevsim güzeldir demek istedim, her çiçek hoş,

Güneşe gözünüzü kapatmayın demek istedim, korkmayın o sizi terk etmez yeter ki siz sırtınızı dönmeyin

Dokunmak istedim her bir omuza buradayım, buradayız hep beraberiz demek istedim, hatırlatmak istedim…

Her bir yüze gülümseyip olan her şey olması gerekenler korkma demek istedim…

Kollarını açıp güneşe doğru yola çıkmış gülümseyen insanlar olarak düşledim hepimizi

Gülümsedim şimdi…

Aklımı bir kenara bırakıp ötesine geçmeyi diledim…

Bana eşyanın hakikatini göster, buna dayanacak güç ver güneşinle ısıttığın zaman tüm iliklerimde bunu hissedeyim, kışın üşütürsen güneşi unutturma…

Gece yorganını örtünce üstüme düşlerimde ol

Hep ol hep ol hep benimle ol…

Hep bizimle kal

Demek istedim ve bunu dilerken sizleri de ortak etmek istedim niyazıma…

Faik Özdengül