DENİZE DOĞRU.

 

Kalem parmakların arasına düştü mü direnmenin anlamsızlığını bilir.

Ya gönül kalemi?

Kimin parmaklarının arasında?

İnsanın gönlü sahradaki tüy gibidir demişler. Esen rüzgar kah o yana savurur kah bu yana.

Rüzgara yalvarmaktan başka ne çaresi var?

Gönül kalemi de lütuf ve kahır parmakları arasında.

Kah sıkıntıda kah sevinçlerde.

Bunca yıldır kalemlik yapıyorsun parmaklara güç yetirebildin mi?

Ya rüzgar?

Ne zaman nereye eseceğini kestirebildin mi?

Çölde yaşayan bir adam vardı. Hep merak ederdi. Çölün sonu var mı? Gün olur kumlara sorar. Gün olur geceyle dertleşirdi. Hep bir umut taşırdı. Eğer bir sonu varsa diye. Kumların umurunda değildi. Boş uğraş diye bakarlardı. Aynı cinsten değillerdi. Gece yol göstermeyi dert edinmezdi. O örtmek içindi. Yolun başını da sonunu da. Güneş yol göstericiydi. Ama bakamazdı. Gözlerini alırdı. Hem gündüz yol almak zor gelirdi çölde. Yıldızlar en uygunuydu. Ama hangisi?

Günün birinde başkalarına rastladı hem gündüz hem gece yol alan. Yaklaştı yanlarına sordu. Fakat dillerini anlamadı. Yine de vazgeçmedi. Başka bir dil aradı. Denedi. Anlayıp anlamalarını dert etmedi sonunda. Peşlerine düştü. Hiç konuşmuyorlardı gidenler. Ve hızlı yol alıyorlardı. Aralarında güneşe bakabilenler vardı ama çok azdı sayıları. Yıldızların işaretlerini çözenler biraz daha fazlaydı. Zaman zaman bir araya gelip sessizce anlaşıyorlardı. Danışıyorlardı birbirlerine. O kadar yol almışken birden bir rüzgar çıkıyor allak bullak ediyor her yeri, kumlar uçuşuyor ve birden geldikleri yerin de gerisinde buluyorlardı kendilerini. Rüzgara güç yetiremiyorlardı. Böyle birkaç kez olunca sonunda adama döndüler. Yine konuşmadan öylece baktılar. Rüzgardan nasıl korunulacağını bildiğini düşündüler adamın.

Rüzgar esince durmalı dedi adam.

Durdular.

Her rüzgar estiğinde durdular.

Sonra yeniden yol aldılar.

Anladılar rüzgara direnmek boşuna.

Onlar direnmeyi bırakınca rüzgar da başka esmeye başladı…

Kalem uysallaştı.

Parmakların arasında.

Ucundan gözünün yaşını damlattı.

Gözyaşı harf oldu.

Harfler kelime.

Kelimeler önce bir araya geldi. Gölcükler oluştu.

Sonra ırmaklara dönüştü. Kah durgun aktı. Kah coştu.

Denize ulaşmaktan başka çare yoktu.

Denize doğru yola düştü.

                                                                                                                  Dr Faik Özdengül

                                                                                                               fozdengul@gmail.com

BİR DE GİTMEYİ DENESEK?

 

Önceki hafta Göksel yazmıştı.

Geçen hafta da Mevlana Kültür Merkezinde,  Şeb-i Aruz’dan bir gün önce konuşmam vardı. Onun hazırlıkları nedeniyle yazamamıştım. Okurlarım haklı olarak ikaz ettiler. Bu bir yandan mutlu ediyor beni. Diğer yandan da sorumlu kılıyor.

Sorumluluklar ve görevler,  olması gerekenler yaşamda, olsunlar. Onun yanında da hayatı basit yaşamalı, basitleştirmeli bir yandan da diye düşünmüyor değilim.

Doğallık da olsun hem. Mesela böyle zamanlarda sizler de yazın. Onları birleştirip bir ağacın altında çıkınlarımızı açıp piknik yapan insanlar gibi kim ne getirdiyse yiyelim beraber.

Böyle söyleyince birden deniz kenarında bir sahne geldi gözümün önüne, fakülteden bir hocamın iki elini birbiri üstüne koyarak bu basitliği ve doğallığı anlattığı bir görüntü. Uzun yıllar önceydi. Ellerinin arasında soğan olmalıydı anlattıklarına göre. Hayat, bir soğanı şöyle tepesine vurup yemekten keyif alabilmektir demişti. Mezun olup dünyayı kurtarmak isteyen bizlere soğan yiyin keyif alın diyen bir adam. Garip gelmiş demek ki gülümseyerek hatırlıyorum şimdi. Ardından da dönüp dolaşıp bunca yıl sonra ben de aynı şeyleri söylemeye çalışıyorum. Bu da garip.

Nasıl basitleşir ki hayat?

Onca zorlukla boğuşurken.

Boğuşmaktan kurtulmakla öncelikle.

Yıllardır boğuşup didiniyoruz. Var olmak için. Dipsiz kuyuları doldurmak için.

Az önce bahsettiğim yerdeyim hala. Deniz kenarında. Bu kez hocam konuşmuyor ben bir arkadaşla güreş tutuyorum. Yerde bir kuyu var ve yaklaşık iki metrelik. Onu da biz kazdık. Birbirimizi kuyuya atmacasına boğuşuyoruz. Biri düşünce kuyuya güreş bitecek. Kıyasıya boğuşuyoruz. Düşünce neler olacağını bile düşünemiyordum. Yenme ve yenilme hırsından. Ya da diğeri düşünce mutlu mu olacaktım? Yenme ve yenilme hırsı. Başlangıcı bir oyundu aslında. Belki de oyun gibi görünen ya da oyun süsü verilen bir rekabet. Şimdi buraya yazınca o oyunla bugünkü yaşamın veya bugünkü oyunun çok da farklı olmadığını fark etmek de ilginç geldi bana.

Diğerini yenince ne olacak?

O bizi yenmesin diye gibi görünüyor görünen.

Yenmek ve yenilmek.

Sonra da kazdığımız kuyulara düşmek.

Bugün dinlediğim hikayeler getirdi biraz da beni buraya.

Hazmedemediklerini söyleyen danışanlar. Gönülleri yatışmıyordu. Haklılardı onlara göre ve diğerinin cezalandırılması gerekiyordu ama olmuyordu. Kendi başlarına ceza veremiyorlardı onlara. Allah verir diye inanıyorlardı ama hemen olsun istiyorlardı. Adalet arıyorlardı. Adalet istiyorlardı. Daha doğrusu kendi adaletlerinin en uygun olduğunun kabulünü.  Bunu isterken bir yandan da istediklerinin hemen gerçekleşmediğini görmek Padişah’ın adaleti konusunda istemeseler de şüphe uyandırıyordu.

O zaman hikayeye kulak verelim:

Birisi kaçıp bir eve sığındı. Korkudan benzi uçmuş, sapsarı kesilmiş, dudakları gövermişti. Ev sahibi, peki dedi, A amcasının canı, ne oldu, neden kaçtın?  Neden böyle benzin attı? Adam dedi ki: Zâlim padişahı eğlendirmek için bugün sokakta ne kadar eşek varsa yakalıyorlar. Ev sahibi, peki dedi. A amcasının canı, eşekleri yakalıyorlar. Sen eşek değilsin ya, bundan ne tasan var senin? Adam dedi ki: Bu işe öyle bir girişmişler, öyle kızışmışlar ki beni bile eşek diye yakalarlarsa şaşılmaz. Eşek yakalamaya el atmışlar, hiçbir şey fark etmiyorlar artık! Bir şeyi fark etmeyen kişiler, başımıza geçerlerse eşeğin sahibini de eşek diye götürürler mi, götürürler! Fakat bizim şehrimizin padişahı, abes iş yapmaz. Onun temyiz hassası vardır. O her şeyi duyar, her şeyi görür. Adam ol da eşek tutanlardan korkma. Ey zamanenin İsa’sı, eşek değilsin sen, ürkme. Dördüncü kat gök, senin nurunla dolu. Hâşa, senin durağın ahır değildir. Sen, bir iş için ahırdasın ama gökyüzünden de yücesin sen, yıldızlardan da. . İmrahor başkadır, eşek başka. Her ahıra giden eşek değildir.

 

Neden böyle eşeğin kuyruğuna yapıştık, ardına düştük? Gül bahçesinden, güllerden bahset. Narı, turuncu, elma dalını söyle. Şarabı ve sayısız güzelleri anlat. Yahut dalgası inci olan, incisi söyleyen, gören denizi, Yahut gül devşiren, yumurtaları altından, gümüşten olan kuşları söyle. Yahut da ceylânları besleyen, hem sırt üstü, hem yüzükoyun uçan doğan kuşlarından bahset. Alemde gizli merdivenler vardır, basamak basamak tâ göğe kadar. Her bulutun başka bir merdiveni vardır, her gidişin başka bir göğü. Her biri, öbürünün halinden bihaberdir. Geniş bir ülkedir, ne başı var, ne sonu! Bu, o neden böyle hoş diye şaşmaktadır; o, bu neden böyle şaşıyor diye hayrette. Yeryüzü sahası geniştir. Orada her ağaç, yerden baş vermiş, boy atmıştır. Ağaçlardaki yapraklarla dallar, ne de güzel ülke, ne de geniş saha diye şükrederler. Bülbüller, yediğin şeyden bize de ver diye kıvrım kıvrım çiçeklerin çevrelerinde uçuşur, ötüşürler. (Mesnevi.5/2539-2562). 

Padişahın temyizine güvenip zihni güzel düşüncelerle dolduralım diyor. Pek güzel söylüyor.

Bütün bunlarla oyalanırken içimde saklı gizli küçük çocuk sıkılıyor. Oyunu abartıp beni daraltma diyor. Hapsetme. Haklı. Oyunu abartmamalı.

Tam bunları düşünür ve yazarken bulutlardan birden damlayıveren yağmur taneleri gibi aşağıda sizinle de paylaşacağım şiir geldi bir arkadaşımdan göklerden gelir gibi. Kendisine de teşekkür ediyorum. Yazıyı bu şiirle bitirelim:

ya da
yıldızlar mıdır ağlıyor maviliğin koynunda
gecenin bağrına bırakmışlar ellerini
melekler midir gelen beyaz çantalarıyla
beyaz çantalarıyla
gümüş sahifeler getirip kalbimize ekleyen

bir de gitmeyi denesek diyorum
gitmeyi…
o haşarı çocuğu varıp öpsek
öpsek,
içimizdeki oyuncakları ona versek
gitsek ve otursak uzak ağaçların altına
ağzımızda küçük bir yaprağı parçalasak
parçalasak…

Mustafa Aydoğan/ Bir Dolu Bakır Yaz

 

                                                                                                                               Faik Özdengül

                                                                                                                          fozdengul@gmail.com

AŞK KAÇINILMAZ…

Hafta sonu Konya’da Konya İş Kadınları Derneği önemli bir organizasyona imza attı ve kutlanmayı hak etti. Toplantıda ben de vardım ve iki konuşma yaptım. Olan biteni size de aktarmak istedim ancak kendim yazmak yerine Göksel’den rica ettim. Sağ olsun kırmadı. Zor olsa da, geç olsa da yazdı. Olan bitenler, hissettikleri size de gelsin Göksel’in penceresinden:

“Konya iş Kadınları derneğinin düzenlediği “ İş yaşamında hoşgörü toplantısı “ vardı geçen hafta sonu – Sizin de orada olacağınızı duymuştum. Acaba buraya erkekler katılıyor mudur diye düşünerek araştırdım sordum – sonra içimden geçirdim “ e hoşgörü toplantısı” , hanımlar hoş görecektir herhalde bizleri diye. Sordum..katılabiliyormuşuz. sevindim

Toplantıyı benim için ilginç kılan şey aslında konuşmacılardı. İş yaşamından konuklar olduğu gibi yazarlar da vardı. Farklı kitapların, farklı yazarları. “ Her şey yağmurla başladı” ve “ Aşkın terapi” nin yazarı siz ve “aşk “ kitabının yazarı sayın Elif Şafak hanım. Aslında aşka dair söyleyecekleri olanların bir arada olacak olması heyecanlandırmıştı beni. Giriş konuşmaları bana göre o kadar çok uzamıştı ki ben orada olduğumu unutmuştum. Protokol konuşmaları vardı. Dalmışım. Aklım bir anda bundan 3 ya da 4 sene önce nedenini bilmediğim bir şekilde aldığım Mesnevi yi okumaya çalışırken ki zamana gitmişti. Sanırım dili yüzünden anlamdım diye düşünmüştüm o zaman– sonrasında bir başka çevirisini almıştım mesnevinin – daha kolay anlaşılır olduğunu duymuştum bir arkadaştan ikinci aldığımın… Anlamak istiyordum – Aslında belki beni anlamasını istiyordum. Bana bir şeyler söylemesini istiyordum, belki beni anladıktan sonra, rahatlatmasını, başımı okşamasını, gel ne zaman istersen konuşabiliriz demesini istiyordum sanırım.

İki sene önce Hz Mevlana nın 800.Doğum günü etkinlikleri için tüm kentte bir çok yere Hazretin sözleri asılmıştı. Her gün birini bir yerlerde okumak mümkün oluyordu. Bir sene boyunca her biri için ayrı ayrı , uzun uzun düşünme fırsatım olmuştu. Ama içlerinden bir ikisi vardı ki hiç aklımdan gitmiyordu. Birisi, “Aynı dili konuşanlar değil, Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir” idi.

İlk karşılaştığımızda bunu hissetmiştim sanırım biraz sizde. Gel konuşalım, arada, ne zaman istersen… “Ben seni anlayabilirim” – “çünkü benzer duygulara sahibiz” diyorsunuz gibi gelmişti… Aynı dili konuşuyorduk evet – fakat başka bir şey vardı bu sefer, benim duygularımı anlıyordunuz gibi hissediyordum.

Sonrasında geçen sene Mevlana kültür merkezindeki konuşmalarınızın da bir kısmında orada bulunmuştum ve sizleri dineleme fırsatı bulmuştum. Orada şu cümlelerle başlamıştınız konuşmanıza…
“Bizim medeniyetimiz Mesnevi medeniyetiydi” diyen düşünürlerimiz çıkmıştır. Bugün yorulmuş, yıpranmış, dağılmış ve verimsizleşmiş zihin ve ruhlar için “Kuran’ın Özü” denilen Mesnevi’den birtakım çözümler arıyoruz,….

O an öyle bir irkilmiştim ki – aradığım şeyi bana öneriyordunuz. Bana söylüyordunuz sanki…
Yorgundum evet – kendimi çok yıpranmış hissediyordum ve üşüyordum… Ama o gün bir ışık yanmıştı – sıcaklığını hissediyordum. Bu sanki çok soğuk geçen uzun bir zamandan sonra bir sabah güneşinin üzerinize ılık ışıklarının ilk vuruşu gibiydi. Sıcaklığın artacağını hissettiren bir merhaba…

Cumartesi günü sizi bir kez daha dinlerken birkaç senedir kafamı ve gönlümü meşgul eden soruların artık çoktan cevaplandığını hissettim…Artık üşümüyordum…Sıcacıktım…Ve çok yakından başka sıcaklıklarda hissediyordum…Mihengin ne olması gerektiğini – Olgunlaşmanın aslında aşk olduğunu – incinmemek olduğunu – ruhumuzun da bir aklı ve kalbi olduğunu ve ancak ruhumuzla seversek sevmenin durmayacağını ve unutulmayacağını ve o kadar yalın , o kadar net ve o kadar ruhunuzla anlatıyordunuz ki…. Ve her seferinde yeniliyordunuz bizden değil diye – Allah tan ve Hz Mevlana dan destek aldığınızı

Hz Mevlana nın 800.Doğum günü etkinliklerinde kentte asılı sözlerinden bir kaçını hep aklımda tuttuğumu söylemiştim. Onlardan ikincisi de “HZ. Mevlana nın Öldükten sonra bizim mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindendir” sözüydü . Artık çok iyi biliyorum ve inanıyorum ki, gönüller birbirine bağlanıyor. Sevgiyi her an yaşayan, onun düşmanlarından kendini korumaya çalışan ruhlar yavaş yavaş birbirine bağlanıyor ve ararlında artık başka bir iletişim başlıyor. Sizi ve ruhunuzu çok sevdim – Gönlünüzden Hz Allah ve Hz.Peygamberi ni , Hz. Mevlana yı ve Mesnevisini bizim gönüllerimize taşımayı seçmiştiniz yol olarak. Yolunuza çıkmıştık bizde – o kadar güzel “ gel hadi katıl sen de bu yola” diyordunuz ki –o kadar yumuşak ve o kadar içten ki insan koşarak geliyordu… Bizi sevgi yoluna Hz. Mevlana ya , onun ruhuna bağladığınız ve bunun için tüm gönlünüzü ve ruhunuzu bir köprü yaptığınız için size çok teşekkür borçluyuz. Ve o günkü konuşmadan sonra başka ruhlarıyla sevmek isteyenlerin de bizlere bağlandığını hissettim. Hz Mevlana dan bizler için seçtiğiniz son cümleleriniz hiç aklımdan gitmiyor. Sanırım da hiç gitmeyecek. Allahtan dileğim orada hep kalması

Şu neyin sesi âteştir; hava değildir.
Her kimde bu âteş yoksa, o kimse yok olsun. (1-9)

Şükür ki bugün o ateşin tüm hücrelerime yayılmaya başladığını hissediyorum, bu ateşi bizimle tanıştırdığınız, paylaştığınız ve yok olmaya yüz tutmuş bu kişiyi ısıttığınız için çok teşekkür ederim. Önce Allah ın nasibiyle sizi tanıdık sonrasında gerçek aşkla tanıştık. Her şey vererek artarmış..Allah sevginizi, aşkınızı , çabanızı, ateşinizi arttırsın…

Anladım ki; istiyorsan eğer, aşk kaçınılmaz…

Sevgi ve dua ile
Göksel Şimşek