Savaş.
Her gün gözümüzün önünde.
Çaresizlik.
Bize artakalan duygu, bir şey yapamamanın, olan biteni anlayamamanın, anlamlandıramamanın bitkinliği. Ne denir? Ne söylenir? Temel güven duygumuzu zedeleyen bir dram. En çok yapmak istedikleri, çaresizliğimizi bize kabullendirmek. Zihinlerimizi kelepçelemek. Kendimize güvenimizi yok etmek.
Bu tür zamanlarda hem bireysel hem toplumsal gerileme yaşanır. Ruhsal gelişimimizin arızalandığı dönemlere geri dönüş olur. O zamanlardaki olgunlaşmamış savunma düzeneklerimiz devreye girer. Ben ve o arasındaki sınır belirginleşir. Bireyler daha çok liderci olur. Bireyselliklerini yitirir. Düşman diye nitelenenlerle ilgili ayrıntılar daha çok belirginleşir. Küçük ayrıntılar büyür. Bu tür zamanların ve olayların bilinen ve bilinmeyen birden çok nedeni vardır. Olgun insana düşen her türlü travmaya karşı dayanıklılığını muhafaza etmek ve temel güven duygusunu korumak ve hayatın devam ettiğini, bütün bunların da geçici olduğunu unutmamaktır. Bu tür zamanlarda temel güven duygunuz zaafa uğrarsa öfke, suçlama, depresyon, korku, panik, çaresizlik gibi geçmişteki stratejileriniz yeniden devreye girer ve doğru görme engellenir. Bizin işimiz her halukarda doğru görmek doğru düşünmek ve asıl işimizle meşgul olmak. Alem zaten sürekli savaş halinde. Bunun için görüş açısını genişletmek, daha yukarıdan, daha geniş bakmak zorundayız. Tıpkı katırla devenin hikayesinde olduğu gibi. Mesnevi’nin 4.cildinde anlatır Hz. Pir:
“Katırın biri bir gün bir deveyle buluştu… ikisi de bir ahıra düştüler. Katır dedi ki: “Ben
tepede, düzde, pazarda, köyde çok düşüyorum. Hele dağ terekesinden aşağı inerken
her zaman korkumdan tepe taklak kapanırım. Sense yüz üstü pek az düşersin… be
neden? Yoksa senin arı canın devletlik mi ki?
Ben her an tepesi üstü düşer, dizimi vurur, yüzümü, dizimi kanlara bularım! Palanım,
yüküm baş aşağı olur; kiracıdan da daima dayak yerim. Hani az akıllı adam gibi… o da
aklının kıtlığından günahından tövbe eder… her an da tövbesini bozar. O tövbe bozan
reyindeki, azmindeki gevşekliğinin yüzünden zamanede İblise maskara olur.
Her an yükü ağır olan ve taşlık yolda gitmeye savaşan topal beygir gibi tepesi üstüne
düşer. O ters huylu, tövbesini bozduğu için kafasına ğaybten tokatlar yer durur. Sonra
tekrar gevşek azmiyle tövbe eder… fakat Şeytan “Ne yaptın?” der demez tövbesini
bozar. Pek zayıftır… fakat kendisini öyle ulu görür, öyle kibirlenir ki Allah’a
ulaşanlara bile hor bakar!
Ey deve, sense mümine benzersin; yüz üstü az düşer, burnunu az vurursun! Sende ne
var ki afete uğramıyorsun… sürçmüyor, yüz üstü az düşüyorsun?”
Katır bizi temsil eder. Düşüncesini hikmete dönüştürememiş insanlar yani. Bütünü göremeyen. Dar bakan. Arka planı göremeyen. İnatçı. İnatçı ama hala ümit kesmemiş. Arıyor yine de. Düşmeleri, yaraları bereleri, acılarının nedenini sorgulamaya başlamış. Başlamış ki bir yerde deveyle buluşturulmuş. Sormuş. Hikmeti aramaya başlamış.
“Deve dedi ki: “Her kutluluk Allah’tandır ama benimle senin aranda çok fark var! Benim
başım yüce, iki gözüm yücelerini görüyor… yüce görüş sahibini zarardan korur. Ben
dağın başındayken dağın eteğini görürüm… her çukuru, her düzü kat kat görürüm. Nitekim o ulu er de eceline kadar başına ne gelecekse gördü. Yirmi yıl sonra neler
olacak o iyi huylu bütün bunları bilir. Hatta o takva sahibi yalnız kendi halini görmez…
batıdakilerin halini de görür, doğudakilerin halini de! Nur, onun gözünde, gönlünde
yurt tutar… neden mi dedin? Vatan sevgisi yüzünden!
Hani Yusuf gibi… o da ayın, güneşin kendisine secde ettiğini önce rüyasında gördü.
On yıl önce hatta daha önce gördükleri Yusuf’un başına geldi. “Mümin Allah nuru ile
görür” sözü saçma değil… Allah nuru, gökleri bile delip geçer.
Senin gözünde o nur yok… yürü, sen hayvani duygulara kapılıp kalmışsın! Sen,
gözünün zayıflığından ayağının önünü götürüsün… zayıfsın kılavuzun da zayıf! Elle
ayağa kılavuzluk eden gözdür… basılacak tutulacak yeri de o görür, basılmayacak
tutulmayacak yeri de o! Sonra bir de benim gözüm pek aydındır… bir de şu var:
Yaradılışım tertemizdir benim. Çünkü ben, helâlzadeyim… zinadan olma ve
sapıklardan değilim. Sense şüphe yok ki zinadan olmasın… yay kötü oldu mu ok eğri
gider!”
Katır doğru dedin ey deve dedi… bu sözü söyler söylemez de gözleri yaşlarla doldu.
Bir müddet ağladı, devenin ayağına kapandı; dedi ki: Ey kulların Allah’ınca seçilmiş
er, lütfetsen de beni kulluğa kabul etsen ne ziyana girersin?
Deve, mademki huzurumda ikrar ettin dedi… yürü, zamanenin afetlerinden kurtuldun.
İnsafa geldin, beladan halas oldun; düşmandın muhabbet ehline katıldın! Kötü huy
zaten senin aslında yoktu… aslı kötü olandan inattan, kötülükten başka bir şey
gelmez. Fakat aslında kötülük olmayan ve iğreti olarak kötü huylara sahip olan,
kötülüğünü ikrar eder, tövbe etmeyi diler. Adem peygamber gibi. Onun işlediği o pek
ehemmiyetsiz suç da iğretiydi de derhal tövbe etti. Fakat İblisin suçu, asil olduğundan
canım tövbeye yol yoktu ona.
“Hikmete giden yol görüşten geçiyor .” dedi Hz pir. “O görüş de ikram. Kime ikram? Vatanını seven ve aslı temiz olana. Vatan? Geldiğimiz yer. Asıl alem. Hep özlemini çektiğimiz. Gurbette oluşumuzu hatırlayıp durduğumuz. Vatan özlemi bize nur. Işık. Görüşümüzü hikmet yapan olgu. Hikmete giden yol önce suçunu kusurunu ikrar etmekle itiraf etmekle başlıyor. İçinde bulunduğumuz durumun sorumluluğunu almakla. Başkalarını, etrafı, dünyayı, insanları, ötekini suçlamaktan vazgeçip “Kusur benden!” demekle. Sonra arayış, bilenden, bir iyi görüşlüden sormakla devam ediyor. Sonra da bütün problemlerin çözümünü Yaratıcı’ ya götürmekle nihayetlenen bir süreç. Olan biteni anlamanın anlamlandırmanın yolu hikmete ulaşmak. Bilene sormak. Soralım o zaman:
“Dikenliğin gıdası ateştir; sarhoş dimağının gıdası da gül kokusu. Bir leş, bizce
kötüdür, pistir ama domuzla köpeğe şekerdir helvadır. Pisler, şu pisliklerini yapa
dursunlar, sular da pisleri arıtmaya savaşır. Yılanlar zehir saçar, acılar bizi perişan
eder ama, bal arıları dağlarda, kovanlarda, ağaçlarda baldan şeker ambarları
doldurur. Zehirler tesirlerini yapıp dururlar ama panzehirler de hemen o tesirleri
gideriverir.
Şu aleme baksan görürsün ki baştanbaşa savaştan ibarettir. Zerre, zerreyle adeta
dinin kafirlerle savaşması gibi savaşır durur. Bir zerre sola doğru uçmaktadır, öbürü
sağa doğru gidip arayacağını aramada. Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı
düşmede. Şöyle durur gibi görünürler ama onların savaşını bu durgunluk aleminde
gör. Onların fiili savaşları gizli savaşlarından ileri gelmededir. Bu aykırılığı gör de o
aykırılığı anla.
Fakat güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan hesaptan dışarıdır. Zerrenin
Kendisi de, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır. Onun
kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? “Biz Allah’a dönenleriz”
sırrından. Biz kendimizden geçip senin denizine döndük. Asıldan süt içtik, geliştik. Ey
gulyabaniye aldanıp yolun fer-i lerine dalan, ey usulsüz kişi asıllardan az bahset.
Bizim savaşımızda hakikatte bizden değildir, sulhumuz da. Her halimiz Allah’ın iki
parmağı arasındadır. Tabiat, iş ve söz bakımından cüzüler arasındaki savaş, pek
korkunç bir savaştır. Fakat bu alem, şu savaşla durmadadır. Unsurlara bak da anla.(Mesnevi. Cilt 6)
Geçmişe bakılırsa, birazcık tarih bilgisiyle bile yaşadığımız şartlar ve hayatın aslında hiç de bilinmedik alışılmadık bir şey olmadığını hemen anlarız. Bizden öncekiler ne yaşadıysa bizler de benzer sınavlardan mutlaka geçeceğiz. Savaşların aslı barıştır der Hz Pir. Rahat isteyen tarafımız anlam veremez zorluk zamanlarına ve öfkelenip sağa sola sataşmak ister.
Ne yaşadığımız değil, yaşadıklarımıza nasıl tepki verdiğimizdir aslolan.
Bunlar da geçecek. Sabırla namazla yardım isteyin diyor Sevgili.
Faik Özdengül