TANRILAŞMAK YERİNE TANRI’YA ULAŞMAK!

İnsanın yücelmesi ve olgunlaşması adına , ruhen büyüme ve gelişmesi yıllardır çok çeşitli yöntemlerle yapılagelmiş. İlk çağlardan bugüne çok fazla yöntem var elimizde. İnsanlar bu görünen bedenin dışında başka bir can taşıdıklarını hep bilmişler. Bunun gizemli olduğunu da. Peşine düşmüş ve anlamaya çalışmışlar. Her toplumda bir takım gizemli güçlere sahip olduğu iddia edilen insanlardan dinlemeye ve öğrenmeye çalışmışlar. Modernizmle birlikte insanı makine gibi gören anlayış değişiyor artık. Şimdilerde insana bütün olarak bakma, bütüncül yaklaşımlar yeniden gözde. Zaten psikosomatik hastalıkların oransal büyüklüğü insanı parçalara ayıramayacağımızı iyice göz önüne getirdi. Psikoterapi de bu yüzyılın başından beri özellikle ikinci dünya savaşından sonra pozitif bir disiplin olarak yerini aldı bile. Ancak o da kendi gelişimi içinde sekülerleşti. Belki de öyle başladı zaten. Bugün genel geçer kuramlara baktığımızda çoğunun Tanrı’yı ve kutsalı devre dışı bıraktığını görüyoruz. İnsanı Tanrılaştırmaya çalıştıklarını müşahede ediyoruz. Oysa bizim kadim kültürümüzde insanı Tanrılaştırmanın insanın gelişip olgunlaşmasının en büyük engeli görüldüğünü biliyoruz. Çalışmalarımızda psikoterapötik disiplinlerden elbette yararlanıyoruz. Ancak bu kendimizce konuya farklı alanlardan bakmamızı da engellemez. Şu an gurup terapisi anlamında, iki tane gurup takip ediyorum. Birisinde bilinen modern terapi yöntemleri ile çalışırken diğerinde Mesnevi üzerine bina ettik terapiyi. Yine benzer argümanlar kullanmakla beraber Mesnevi ve onun sistematiği üzerine kurduk terapiyi. Bir anlamda Mesnevi okuması gibi de denilebilir. Gurupların gelişmesini takip ediyorum. Bizim adına Aşkın Terapi de dediğimiz Mesnevi sistematiğiyle devam ettiğimiz gurubun diğerine oranla daha çok gelişme katettiğini görebiliyorum. Neden diye düşündüm. Öncelikle kendi kültürel kodlarımıza daha uygun. Yabancı gelmiyor guruba. Sonra kendi içinde bir sistematiği var. Bizzat uygulayıcıları ve denenmişliği var. Diğerinden fazlası var o da Allah ve O’nun takdiri faktörü. Bu tıkanmışlığı engelliyor. İnsanı Tanrılaştırmak yerine asıl Tanrı’yla arasında güçlü bir bağ oluşturup kargaşayı önlüyor. Standart getiriyor. Dua ve niyazı ilave ediyor. Çalışma sonunda ruhen yıkanmışlık ve temizlenmişlik hissi veriyor. Temel varoluşsal kaygıları gideren güçlü ve sağlam bir ip öneriyor. Yalnızlık duygusundan çekip çıkarıyor. Ve daha bir çok faktör ama asıl ve en önemlisi asıl Şifa Verici’nin varlığını hissedip durmanız. Özellikle Osmanlı Kültüründe 3 kitap çok okunurmuş Şeyh Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Hafız’ı Şirazi’nin Divan’ı ve Hz Mevlana’nın Mesnevi’si. Kur’an ve Hadis’i zaten söylemeye gerek yok. Bu kültür örmüş toplumu yıllarca. Bir arada tutmuş. İnsanlar birbirini çok kolayca anlamış. Bugün problem olarak görüne bir çok şey zaten bahsedilen kültür gereği daha ortaya bile çıkamadan hallolmuş. Ölüm başka görünüyormuş gözlere. Mal mülk, saltanat, dünya başka bilinirmiş bugünkü anlamlarına bakılınca. Dünya tek değilmiş bir de öbürü varmış o zaman. Burada yaşayamayan istediklerini zaten orda yaşarım diye kanaat edermiş. Burada sahip olan emanetçiyim diye daha çok dağıtırmış. Kibir ve büyüklenme ayıplanır, gösterişten kaçınılırmış. Dışarıdan bakılınca zengin fakir giyim kuşama ve yaşama göre anlaşılmazmış. Rahmet, bereket, ahlak, takva, izzet…kavramlar bugünkülerden başkaymış. Sonuç olarak diyorum ki: yıllarca denenmiş ve işe yaramış kadim kültürün yöntemlerini kullanalım psikoterapide de diğer alanlarda da. Roma’yı yeniden keşfetmek yerine. İşe yarıyor. Hem de diğerinden daha çok.

Dr Faik Özdengül

fozdengul@gmail.com

ERKEKLER VE KADINLAR ÜZERİNE

Erkekler ve kadınlarla ilgili yazılarımdan sonra sevgili Dr Betül Sezgin konuya ilişkin olarak düşüncelerini yazmış onu da burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Katkısı için de teşekkür ediyorum. birlikte okuyalım:

 

Sevgili Faik

 

Yazıyı gönderdiğin için teşekkürler  . Yazını çok beğendim. İnsanların yaralarına dokunmuş  olmalı ki sıkı eleştiriler almışsın gruptan. Geçmiş olsun diyorum.Konu kadın erkek ilişkisi olunca da  yaraların olmaması  neredeyse imkansız.Sümeyra’nın da bu yazıya cevap olarak yazdıkları da  çok hoş oldu. Seda ile planladığınız projeye güzel bir katlım oldu.

 

Yazın bende de  bir takım çağrışımlar yaptı. Yazının ve yapılan eleştirilerin bende yaptığı çağrışımları paylaşmak istedim. Çorbada benimde tuzum olsun isterim  . biraz geçikmiş olsam da…….

Hepimiz insanız elbette ve insan olmak gibi  zor bir yükü taşıyoruz..Ancak bir gerçekte var. Ya kadınız ya da erkek . Bir türün içinde farklı özellikleri olan  iki ayrı cins .Her iki cinsinde hayat akışında  yüklendiği sorumluluklar, karşılaştığı çözümlemesi gereken açmazları  var.Bu sorumluluklarımızın büyük bir kısmının da evrensel olduğunu düşünüyorum. Eeee bu açmazlara yaklaşım tarzımızda kişiliklerimizi ve patolojilerimizi oluşturuyor. İki cins arasında farkı yaratan estrojen ve androjen  hormonlarımız olduğunu biliyoruz.. Bu hormonlar nasıl ki   vücutlarımızı kadın ve erkek olarak şekillendiriyorsa beyinin çalışma şeklini de  anne karnından itibaren kadın –yada erkek yönünde   etkilemektedir.  Buna bir tür programlanma diye biliriz.Tabii yaradılıştan gelen bu farklılığın yanı sıra toplumlarında yaşam şartlarına göre, dönem özelliklerine göre de yüklenmeleri var.Belki de kadınlarda boderline, erkeklerde ise narsistik yapılanmanın daha çok görülmesinin bir nedeni de gelişimsel dönemlerde ortaya çıkan patolojilerin yanı sıra  beyinin farklı işleyişinde yatıyor olabilir. .

 

 Böyle bir girişten sonra senin yazın üzerinden devam etmek istiyorum:

 

 Yaşanmışlık hissediliyor yazının  her satırında. Çok güzel dillendirmisin erkek olmanın gücünü, güçsüzlüğünü, gücünün ardındaki kırılganlığını,karşı cinsten beklentilerini  Ancak katılmadığım taraflarda var. Neden erkekleri yalnızca  kadınlar yetiştiriyor. Kadınlar çocuklarını tek başlarına dünyaya getirmiyor, onları tek başlarına da büyütmüyorlar.Her ne kadar çocuğu karnında taşıyan, hayatın ilk yıllarında beslenmesini sağlayan kişi anne olsa da her annenin partneri bir babada var ortada. Ruhsal yapıyı bir bedene benzetirsek çocuğun bir ayağı anne ise diğer ayağı babadır diye düşünüyorum.Nitekim çocuk üç  yaşından sonra babaya yöneliyor.Toplumsal alanda cinsel kimliğimizin farkına vardığımız ve kadın yada erkek olarak  nasıl davranmamız gerektiğini öğrendiğimiz bu dönemde babalarımızın rolünü neden görmezden geliyoruz.Erkeğin erkek gibi davranmayı. kadının ise kadın gibi davranmayı babası ile kurduğu ilişki ile öğrendiğini neden yadsıyoruz toplum olarak.. Nitekim cinsel kimlikteki sapmaların, karşı cinsle kurulan ilişkideki sapmaların kişinin hayatında baba figürünün eksikliğinden yada sağlıksız baba figüründen kaynaklandığını biliyoruz.

 

Yazın da diyorsunki:

‘’Aslında terk etmek ve ayrılmaya dayanmak olgunluk ölçütüdür. Bu riski göze alabilmek güçtür. Bağlanma ayrılma kapasitesidir bir bakıma olgunluk. Bir ilişki bunlara dayandırılmaz elbette. İlişkiyi özel kılan olgunluk ve sevme kapasitesidir. Zira sevgi pazarında veren kazanır der Hz Pir. Erkek ve kadın ilişkisinin üç bölüme ayrıldığını kabul edersek, romantizm, güç savaşı, anlaşma veya boşanma şeklinde. İkinci bölüm olan güç savaşı dönemine ait söylediklerim. ‘’

 

Olgunluk kelimesine takıldım ben bu yazıda.. Bu sözcük bana tılsımlı bir sözcük gibi geldi. Neden mi? Hayatın özü, belki de nedeni, en önemlisi amacı bu sözcükte yatıyor bence de. Yaşadıklarımızla olgunlaşıyoruz. Aileden aldıklarımızla annemizden ve babamızdan aldığımız mirasla başlıyoruz hayata. Genlerimizi onlardan aldığımız gibi   ilk davranış kalıplarımızı da onlardan alıyoruz. Onlar hangi olgunluk düzeyinde ise bizimde hayata başladığımız nokta  orası değil mi ?.7-8 yaşlarına kadar aldığımız bu mirasla kişiliğimizin temel yapıları oluşuyor. Daha sonra hayatın akışı içinde edindiğimiz deneyimler ile bu temel yapıyı geliştirmek değiştirmek zenginleşmektir diye   tanımlayabilirim şu anda. Ne güzel söylemiş  şair ayrılık ölümden de beter diye. Evet Terk edilmeye ve ayrılmaya dayanmak bir olgunluk ölçütü elbette. Ama bir ilişkiyi bitirebilmek kadar sürdürebilmekte bir olgunluk ölçütü . Ve elbette  sevme kapasiteside bir olgunluk ölçüsü olduğuna göre ilişkide önemli. Sevme kapasitesini, nasıl tanımlayabilirim diye düşündüğümde, aklıma ilk gelen karşısındaki kişiyi olduğu gibi görebilme, olduğu gibi  kabul edebilme, empati yapıp onu hissedebilme, sağlıklı bir alma-verme dengesi kurabilme yeteneği geldi aklıma. Bu üç  unsurla  bir saç ayağı çıktı ortaya: ilişkiyi sürdürebilme, terk edebilme ve sevme kapasitesi. Yazında  ilişkileri romantizm, güç savaşı, anlaşma veya boşanma şeklinde üç döneme ayırmışsın.. Farklı özellikleri olan karşı cinsten iki insanın ilişkiyi nasıl yaşayacağını ve anlaşma yada ayrılma hangi yöne gideceklerinin her iki kişinin bu üçlü saç ayağındaki olgunlaşma kapasiterine bağlı olduğunu düşündüm bende. 

 

 Ve yine yazında :

‘’Peki bütün bu yazılanların ilişkilerde devre dışı kaldığı, sessizce, hiç konuşmadan, savaşmadan anlaşanların olduğu seviye yok mudur? Vardır. Az da olsa vardır. Yumuşamış, olgunlaşmış, berraklaşmış, pası giderilmiş gönüllerle mümkündür. Yumuşaktır. Sessizdir. Ilıktır. Gözlerle ve hatta gözü kapalıyken de tercümanların arada gidip geldiği gönüller arasında mümkündür.’’Tanımlaman çok güzel çok hoşuma gitti.Böyle bir ilişki mümkün olabilir mi ? .Neden olmasın diye düşündüm. Etrafımdaki insanları, yaşanılan ilişkileri düşündüm. Ve şöyle bir çağrışım oldu:. Yukarıda sevme kapasitesinin betimlerken

Empati yapıp anlamak değil, empati yapıp hissedebilmek demek geldi içimden . Hissedebilme kapasiteside önemli bir kavram gibi geldi. Çünki kadın ve erkek ilişkisinde  östrojen ve androjen etkisinin  beyinin işleyişinde yarattığı farklılık nedeni ile zihinsel olarak her iki cinsin bir birlerini  anlamalarının imkansız olduğunu  düşünüyorum.Hani halk arasında sevgililer sevdiklerinden yarim diye söz eder. Biz  bir elmanın iki yarısıyız derler.İşte öyle farklı yapıda , ama birbirlerini tamamlayan .Güç savaşlarına neden olan faktörlerden biri bu iki yapının birbirini hissetmeye çalışma yerine, zihinsel planda iletişime girmeye çalışmalarından kaynaklanıyor olabilir mi diye düşündüm..Yani sağ beyin sol beyin meselesi.Demek istediğim şu ki. Gelişimsel süreçlerdeki sapmaların yanı sıra , mantığımızı yani sol beynimizi çok yoğun kullandığımız  bir dönemin insanlarıyız. Sürekli bir güvenlik arayışı ile sürekli hesap kitap yapıyoruz. Ne kendimizi hissetmeye nede karşımızdakini hissetmeye vaktimiz ve zamanımız var. Kurduğumuz ilişkilerde talepkar davranışlar ve  bu nedenle sınır ihlalleri, yada sınırları korumaya çalışmalar. Nevhan’ın  ‘’anladıgımız ve anlasildigimiz degil ama yakin yasayabildigimiz bir dunya’’ dileğine bu anlamda katılıyorum.

 

 

 

Aslında  insanın yaratılışı ile var olan ve çözümlenemeyen belki de çözümlenmemesi  gereken  bir konu kadın erkek ilişkisi. Çözümlediğimiz , cevaplarını bulduğumuz olaylar gündemimizden kalkar. Ve çözümleyemediğimize yönlendiririz  enerjimizi.Kadın ve erkek arasındaki çekimde , ilişkilerin devamında da çözümleyememenin  de bir cazibesi olabilir mi?  Belkide türümüzün  devamı için kadın erkek ilişkilerinde açmazlara ihtiyaç var ?

 

Sonuç olarak diyorum ki insanlık tarihinin başlangıcından beri var olan bu açmaz, insan nesli devam ettikçe sürüp gidecek. .Bu konuda daha çoook yazılar yazılıp çizilecek.”

Dr Faik Özdengül

fozdengul@gmail.com

 

                                                                                             

 

FARKINDA MISINIZ?

 

 

Konuyu değiştirelim biraz. Erkek ve kadın ayrımcılığı yerine benzeşmelere ortak yanlara uzlaşmaya hatta yakınlaşmaya yönelelim. Benim çalıştığım kurum, Koski Genel Müdürlüğü bünyesinde müdür arkadaşlarla uzunca bir süredir farkındalık çalışması yapıyoruz. Burada Genel Müdür ve üst düzey yöneticiler de bizden bir teşekkürü hak ediyor. Kendini geliştirme ve farkındalıkla ilgili çalışmalar konusunda destek veriyorlar. Sadece bu alanda değil mesleki anlamda da. Eğitim, kurs, gezi seminer hangi yolla olursa olsun. Daha iyi olmak isteyen personelin önü açık. Bu yüzden takdir etmesini de bilmek ve teşekkür etmek durumundayım tüm personel adına. Hz Mevlana teşekkür etmeyi bilmek ve yapmanın karşılığı insan sarrafı olmaktır der. Teşekkür etmenin ödülü imiş insan sarrafı olmak. Şener İşleyen de kurumda SCADA dan sorumlu şube müdürü. Suyun elektronik ortamda uzaktan kontrolü ile ilgili bir birim SCADA. Hep insanlardan duygulanımlarını ve farkındalıklarını yazmalarını isterim. Şener de birlikte yaptığımız çalışmaları ve kendi farkındalığını yazmış. Onu sizlerle de paylaşmak istiyorum ve teşekkür ediyorum hem ona hem sizlere. Okuyalım:

 

“Bir şeylerin farkında olmak için geçerli formül nedir sizce?

Yaşadığımız kalabalık dünyada ne kadar yalnızız ya da kimler bizim farkımızda? Aldığımız nefesin ne kadarı bizim gayretimizle ve çalışmamızla doluyor ciğerlerimize? Ömür denilen yolda giderken ya da uğraşıyorken uhrevi hayata geçiş stajında, içinden geçtiğimiz girdaplar bize kalbimizin beynimize pompaladığı kandan daha fazlasını mı veriyor? Gelecekte olması muhtemel türbülanslara dair bir semazen duruşumuz var mı sema halinde, acziyetinin farkında ama dimdik ayakta…

Mevlana Mesnevisinde “Sufi; vakit çocuğudur; geçmişe üzülmez, geleceğe kaygılanmaz. Sadece içinde olduğu anı yaşar” diyor. Bir başka beyitinde “Geçmiş ve gelecek bizi Allahtan uzaklaştırır; her ikisini de ateşe atıp yakın.” demiştir. Bunun için öğrenmek, hissetmek, sezinlemek, yaşamak ve olgunlaşmak lazım bana göre.

Bir yılı aşkın bir süredir Faik hocamdan adam olabilme sanatı konusunda, bir başka deyişle olgunluk mertebesine ulaşma konusunda öğretiler alıyoruz bir gurup arkadaşla. Ve bu sürede savunma mekanizmalarından tutun, Mevlana’nın Aşkın Terapisine kadar hocamın bağından tüm toplayabildiklerim farkındalık sanatının inceliklerinden ibaret ama yetiyor.

Olgunluğun en derin tarafı saf, bilinçli, farkındalıktır bence. Eğer olgunluk mertebesine ulaşmışsak farkındalıklarımız, acı ya da zevk verici deneyimlerimiz arasında hiçbir ayrım yapmaz. Sadece bunların farkında oluruz. Çevremizde olup biten olayların içinde yer almadan ve onlarla özdeşleşmeden, tanık pozisyonundaki gözlemleme tutumu farkındalıktır. Eylemsizliktir. Farkında olmak; hiçlik, yalnızlık ve acziyetimizi itiraf etmek, diğer bir yönüyle dua etmek dışında hiçbir şey yapmamaktır. Bu bir şekilde bizim müdahalemiz olmadan her şeyi olduğu gibi görebilmektir. Nerede olursak olalım ve ne yaparsak yapalım devamlı bir şekilde tanık pozisyonumuzu korursak yeni bir varoluş düzeyine geçeriz. Aslında gerçekleştirmemiz gereken tek radikal bakış açısı da budur. Bu konuda hocamın hocası şöyle diyor Mesnevi’sinde;

“İnsanoğlu bir han gibi
Her gün yeni bir misafir geliyor.
Neşe, hüzün, zulüm,
bazen hiç beklenmedik bir anda farkındalık geliverir.
Hepsine hoş geldin de ve güzel ağırla,
Her ne kadar bunlar evinin eşyalarını
acımasızca yok eden üzüntüler de olsa,
Her bir misafire onurlu davran..
Bilemezsin belki de bu,
seni yepyeni bir güzelliğe hazırlayan temizliktir.
Karanlık bir düşünce, utanç yada kötü bir niyet,
hepsini güzel karşıla ve içeri buyur et..
Ne gelirse gelsin müteşekkir ol,
çünkü her biri ötelerden gönderilen birer rehber..”

Benim gibi ardından rahmetin geleceğini bildiğinden, kapalı ve puslu havaları seven, tecrübelerine harç olsun diye acılarını biriktiren, dertleriyle barışık, arabesk hayat yaşayan kişiler için ötelerden gelen her bir uyarı, eziyetlere şükür için bir kapı gibi görünebilir. Yapmamız gereken ve olmamız gereken hiçbir şey yoktur iyiliğe kucak açıp, kötülüğü uçurmaktan başka.  Farkındalıkla yaşarken, dışımızda meydana gelenleri yargılamamalı ve fakat kendimizi yani içimizde olup biten duyguları yargılamayız. Onlarla savaşmak zorunda değiliz insan olmak için. Bediüzzaman farklı bir bakış açısıyla anlatıyor hayatı;

“Yediklerimiz değil, hazmettiklerimiz bizi güçlü yapar.
Kazandıklarımız değil, biriktirdiklerimiz bizi zengin yapar.
Okuduklarımız değil, hatırladıklarımız bizi bilgili yapar.
Başkalarına verdiğimiz öğütler değil, bizzat uyguladıklarımız bizi ‘insan’ yapar…”

O zaman farkındalık, anda olan her şeyin tam bir bilinçlilikle gerçekleşiyor olması ve bizzat şahit olmanın, mevcut olmanın o olayı yaşamanın ve insan olmak için Kur’an ve Sünnet sanatını hayata geçirme anlamına gelmiyor mu? Mesela bir hata gerçekleşirken sen orada mevcut olursan o hata oluşamaz. Mevcudiyet varsa ve uyanıksan mesele yok. Hata sadece sen derin uykudayken gerçekleşebilir. Sen orada olursan varlığında hemen bir dönüşüm olmaya başlar çünkü sen oradaysan ve farkındaysan pek çok şey mümkün değildir. Günah delinen tüm şeyler sen farkındaysan mümkün değildir. Dolayısıyla gerçekte sadece tek bir günah vardır o da farkında olmamaktır. Farkında olmak için hayrı verenden istemek, O’na dayanmak ve elçilerini rehber edinmek gerekmez mi? Öyleyse adam olmak için farkında olmaya, aşkın terapiye devam edelim Faik hocam. Hadi kim tutar bizi”

 

Dr Faik Özdengül

fozdengul@gmail.com

 

 

ZORDUR KADIN OLMAK!

 

Aslında bu hafta farklı bir konu ile ilgili  yazmayı düşünüyordum; fakat geçen hafta erkeklerle ilgili yazdığım yazıya gelen yorumlar ve bana ulaşan e maillere bakınca konuyu kadın gözüyle de irdelemenin bir sakıncası olmadığını düşündüm. Empati konusunda hala sorunlarım var bunu kabul ediyorum. Buna rağmen gelen yorumları anlamaya çalıştım. Üzerinde düşündüm. Bir kısmı gerçeği yansıtırken bir kısmı da yansıtma olabilirdi. Her ne olursa olsun iletişim diğeri tarafından nasıl algılandığındır denildiğine göre, karşı taraftan da görüş almayı yararlı buldum. Hem bir kadın hem de psikolojik danışman olan Sümeyra Güler sağ olsun yazıyı incelemiş ve üzerinde de kapsamlı bir çalışma yapmış ve düşüncelerini göndermiş. Şimdi onun yazdıklarını sizinle de paylaşmak istiyorum. Bu arada Dr. Candan Esin’de önceki yazıyı beğendiğini söylemiş kendisine de teşekkür ediyorum. Okuyalım Sümeyra Güler’in yazdıklarını:

Yazarın erkek gözüyle kendine bakışına bir bayan gözüyle cevap vermek gerekirse ben de derim ki… Zordur kadın olmak bu ülkede…ve zordur erkeği anlamak en narsisistinden en şizoidine…

    

      “Eleştirilmek yerine sessizliği, sorgulanmak yerine kabullenilmeyi, özgürlüklerinin tanınmasını, zaman zaman kendilerine ait alan bırakılmasını ister ve özellikle de şüphe duyulmak yerine güvenle bir kenarda beklensinler isterler” der Sayın Özdengül yazısında..Bir erkek neden eleştirilir..Bir erkek neden sorgulanır ve bir erkek neden güven veremez..Elbette ki durumun normal ve anormal çerçevesinde pek çok açılımı yapılabilir.Şimdi patolojik olan kısma kısaca değinmemiz gerekirse Bir beklentidir çoğu kez , eleştiri sorgulama ve güvensizliğin temelinde yatan..Kadının özünde var olan sevgi açlığı ufacık bir kelimeye mübtela ederken kadını…o hep bekler, bir erkeğin iltifatını..yeteri kadar beslenemezse kendinden verir..Sever ve sevgisini çeşitli yollarla dillendirir..Yine karşılığını alamayan sevgi mübtelası kalp özler..Özlemi yansımalarında bulamadığı kendisinedir belki ama o hep arar…bir başka gözde var olmaya çalışır..ve o göz narsisistik bir duruşla kendisinden başkasını görmüyorsa kadın yok olur..Ya da bir şizoidin aynalarından geçmeye çalışır da aynaya çarparsa duyguyu duygusuzlukta ararken yine kadın yok olur.Bu yokluğun çıkmazında yaşadığı ölümcül öfkeyle eleştirmeye başlar…sorgulamaya başlar..ve hep şüphe duyar varlığından…Aslında sistem öylesine kapatır ki iki kişiyi bir yanda terk etme alternatifini kullanarak ayrılık korkusu yaşayan sert bir duruş..Öte yandaysa daha gelmemiş bir terkin gelmişçesine yaşanan ızdırabı…patolojiler birbirini tetiklerken beslenen bir şeyler vardır ortada..Karşılıklı kontroller..Bakalım dayanma noktası nedir..Bunu da yapsam kaybeder miyim?hımmm buna dayandı sanırım biraz seviyor..o zaman derinleştirmeli bu sancıyı..Ona da dayanırsa yeni bir sınav..derken hep zorlaşan bu çetrefilli yolda bitmeyen bir ilişkinin bitmeyen yolculuğu…ama biten bir şeyler var..gergince geçirilen bir ömür…kendi tuzağında boğulan göz yaşları….ve yazarın bahsettiği anlaşma  ya da boşanma sürecine yaklaştıran saniyeler..

 

Yine der ki Sayın Özdengül..”Duygularını ifade etmeden partnerlerince anlaşılmayı beklerler Bir yandan otorite olsunlar diğer yandan da karşı cins tarafından sessizce yönlendirilsinler. İstekleri budur. Kolay incinir ve değilmiş gibi davranırlar. İncindiklerinde hızlıca uzaklaşır kendi içlerine kapanırlar. Zordur erkek olmak. Güçlü ,koruyan ve kollayan kadınları beklerler bir yandan da. Duygularını ifade etmek yerine tersi olmaları konusunda yönlendirilmişlerdir çünkü. Hem avcı hem av olmak zordur. Onları oldukları gibi kabullenip çoğunlukla suskunca sevecek partner arayıp dururlar” Duygularını ifade etmeyip genelde anlaşılmayı beklemek yerine bazen de ifade ettirmeyi tercih edip bildikleri gibi davranmayı seçerler..İşte sanırım bir kadını en çok çileden çıkaran şeylerden biri de budur..En azından  öncesinde ne istediğini bilmeyen bir muhatabı olduğunu düşünürken şimdi hem ne istediğini bilen hem de buna rağmen yapmayan biri…Kadınca açılımıysa “sen istediğin kadar bekle ve istediğin kadar üzül benim umurumda bile değil”…Kolay incinen ve değilmiş gibi davranan bir yapı acaba neden bu kadar kolay incitmeyi seçer diye düşünmekten kendimi alamıyorum. İncindiklerinde hızlıca uzaklaşır kendi içlerine kapanırlar. Bu cümle şizoide götürüyor ister istemez..Bir erkeği sürgüne göndermek başarılı bir kadının işi elbette. Yalnız aynı başarılı kadın neden kırıldığında sürgüne gitmek yerine kalmayı ve acı da olsa beklemeyi seçer?? . Zordur erkek olmak. Anlamadan anlaşılmayı beklemek ve bu anlaşılmamışlık sonucunda anlamamaya karar vermek hiç de kolay değil elbet..

Dr Faik Özdengül

fozdengul@gmail.com

 

ERKEKLER

Erkek olmak sosyal olarak özellikle bizim kültürümüzde, basitçe sorumluluk sahibi, kadınını seven, koruyan, sahiplenen, ailesinin geçimini sağlayan, kendisine yaslanılan gibi algılansa da içerden bir erkek gözüyle durum farklıdır. Erkekler güçlü görünüp algılanmak yanında böyle olmadıklarının da bir yandan bilinmesi ama belli edilmemesini isterler. Onlar da sonuçta bir kadın tarafından yetiştirilirler ve yine kadınlar için yetiştirilirler. Duygularını ifade etmeden partnerlerince anlaşılmayı beklerler. Eleştirilmek yerine sessizliği, sorgulanmak yerine kabullenilmeyi, özgürlüklerinin tanınmasını, zaman zaman kendilerine ait alan bırakılmasını ister ve özellikle de şüphe duyulmak yerine güvenle bir kenarda beklensinler isterler. Bir yandan otorite olsunlar diğer yandan da karşı cins tarafından sessizce yönlendirilsinler. İstekleri budur. Kolay incinir ve değilmiş gibi davranırlar. İncindiklerinde hızlıca uzaklaşır kendi içlerine kapanırlar. Zordur erkek olmak. Güçlü ,koruyan ve kollayan kadınları beklerler bir yandan da. Duygularını ifade etmek yerine tersi olmaları konusunda yönlendirilmişlerdir çünkü. Hem avcı hem av olmak zordur. Onları oldukları gibi kabullenip çoğunlukla suskunca sevecek partner arayıp dururlar. Bir erkeğin aslında kadından daha çok ihtiyacı var ilişkinin doğasını öğrenmeye. Ancak buna ihtiyacı yokmuş gibi yaklaşılmasıdır beklentisi. Zira bu cümle bile incitir onları.

Onları ilişkiler konusundaki bir toplantıya kadınları anlamak konu başlığı altında çağırmalısınız.

Hz Mevlana “Zaloğlu Rüstem olsa, hatta Hamza’dan ileri gitse de yine de hükmetme konusunda erkek karısının esiridir” der.

Erkeğin silahı terk edebilme alternatifi, kadının dayanamadığı terk edilme endişesidir. Erkek ve kadın diye ayırıyorum ancak bunları söylerken her iki özelliğin de hepimizde olduğunu da göz ardı etmeyelim. Eril ve dişil özellikleri her birimiz taşırız. Cinsel kimlik farklı olsa da bazen erkeklerin dişil kadınların da eril özelikleri daha çok öne çıkardıkları da görülür.

Aslında terk etmek ve ayrılmaya dayanmak olgunluk ölçütüdür. Bu riski göze alabilmek güçtür. Bağlanma ayrılma kapasitesidir bir bakıma olgunluk. Bir ilişki bunlara dayandırılmaz elbette. İlişkiyi özel kılan olgunluk ve sevme kapasitesidir. Zira sevgi pazarında veren kazanır der Hz Pir. Erkek ve kadın ilişkisinin üç bölüme ayrıldığını kabul edersek, romantizm, güç savaşı, anlaşma veya boşanma şeklinde. İkinci bölüm olan güç savaşı dönemine ait söylediklerim.

Yazıma erkeklerden söz ederek başlamıştım. Yine oradan devam etmek istiyorum. Kadınların güç savaşına girmemelerini önermiştir Hz Pir. Kadını ateşe ve erkeği suya benzetmiş. Ve ateşin suya doğrudan yönelmesini tavsiye etmemiştir. Öyle olursa su ateşi söndürür. Onları bir kaba koyarsanız buhar olurlar demiş ve bir anlamda da kadınlarımıza erkekleri yönetmenin ince ve gizli yolunu göstermiştir.

Erkeklerimiz zaten buhar olmaya gönüllüdür. Ancak usulü ile olsun isterler. Göstere göstere yok sayılmayı, herkesin gözü önünde mağlup olmayı hazmedemezler ve saldırganlaşırlar. Ağlamak kadınların tuzağıdır. Öyle der Hz Pir. İlişkilerde tuzak olur mu? Olur. Davranışların kökeninin daha çok bilinçdışı olduğunu düşünürsek ve savaşların aslının da barış olduğunu hatırlarsak bu her zaman mümkündür.

Peki bütün bu yazılanların ilişkilerde devre dışı kaldığı, sessizce, hiç konuşmadan, savaşmadan anlaşanların olduğu seviye yok mudur? Vardır. Az da olsa vardır. Yumuşamış, olgunlaşmış, berraklaşmış, pası giderilmiş gönüllerle mümkündür. Yumuşaktır. Sessizdir. Ilıktır. Gözlerle ve hatta gözü kapalıyken de tercümanların arada gidip geldiği gönüller arasında mümkündür.

Yeniden erkekler:

Kadınlar tarafından ve yine kadınlar için yetiştirilen erkeklerin işi hiç kolay değil.

Dr Faik Özdengül

fozdengul@gmail.com